olumecel
rabitacezbe
Râbıta-i Mevt (Ölüm Rabıtası)
Varis:ALLAH-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"De ki; Şüphesiz kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görülen ve görülmeyen (her şeyi) bilen ALLAH'a döndürüleceksiniz. O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma; 8 )
Yine, ALLAH-u Zülcelal şöyle buyurmuştur:
"İnsanların hesaba çekilecekleri gün yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirmekteler. Rabb'lerinden kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse, onlar bunu hep alaya alarak, kalpleri oyuna eğlenceye dalarak dinlemişlerdir." (Enbiya; 1-3)
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Lezzetleri gideren (ölümü) çokça hatırlayın." (Tirmizi; Kıyamet:26, Nesai; Zühd:31, Ahmed b. Hanbel:2/293)
Hz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Ademoğlunun ölüm hakkında bildiğini eğer hayvanlar bilmiş olsalardı, (onun dehşetinden vücutları eriyeceği için) semiz bir et yiyemezdiniz." (Feyzü’1-Kadir,5/315)
Hz. Aişe (R. Anha), Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e: "Ya Rasulallah! Şehitlerle haşrolacak birisi var mı?" diye sorunca, Efendimiz şöyle buyurdular:
"Evet, kim günde yirmi defa ölümü hatırlarsa, o şehitlerle haşrolacaktır." (Zebidi,İthafu’s-Se'ade, 14/16)
İmam-ı Gazali bu hadis-i şerifin açıklamasında şöyle buyurmuştur:
"Bu fazilete erişmenin sebebi şudur: Şüphesiz ölümü düşünmek, bir aldanma yeri olan dünyadan kalbi çekmeyi ve ahirete hazırlanmayı gerektirir. Ölümden gafil olmak ise dünyevi şehvetlere dalmaya sevkeder."
Şeyh Fethullah Verkanisî (K.S) şöyle buyurmuştur:
"Nakşibendi Tarikatının temeli ve esası, Zâtî muhabbet olduğundan, ölüm râbıtasına büyük önem verilmiştir. Mürid, bu ölüm râbıtası ile kalbini masivadan kurtarır. Şu halde salik, korkuya kapılmak için râbıta etmez, tam aksine râbıta ile kendisini korkudan kurtarır. Kalbine bu râbıta vasıtasıyla, ALLAH-u Zülcelal'in sevgisini ve Zâtî muhabbetini celbeder.
Başlangıçta ölüm korkusu olursa, muhabbetin celb edilmesine engel olur. Mürid, ölüm râbıtası ile nefsini korkutmayarak, önce ölüm râbıtası ile yola girmiş olur. Yani ölüm râbıtasında, müridin en önemli görevi ölümden korkmayı, Zâtî muhabbete çevirmektir. Bunun üzerine, korku geliyorsa, şeyhinin ruhaniyetinin beraberinde olduğuna inanmakla, mürid korkuyu izale eder."
Seyda-i Tahi (K.S): "Eğer ben ebrarın ameliyle emrolunsaydım, şüphesiz ölümden bahsetmeyi kendime adet edinirdim." buyurmuştur.
Mürid, iki muhasebeye devam etmekle, gaflet diyarının vermiş olduğu uykudan uyanır:
1-Günahları terk etmek ve emirleri yerine getirmek için ölüm ve mürşid râbıtası yapmalıdır. Ruh bununla uyanır ve nefsi esir eder.
2-Beşeri gafletinden dolayı, müntesipten herhangi bir günah sadır olduğu takdirde, derhal tevbe etmelidir. Her an kendisinden bir günahın sadır olup olmadığını kontrol etmelidir. Küçük ve büyük bir günah işlenilmiş ise tevbe-istiğfarla yapmamaya azmetmeli ve istikamete yönelmelidir. Zamanı hayırla geçmiş ise ALLAH'a hamdetmelidir. İstikametin daha kâmil mertebesine çalışmalıdır.
Böylelikle ateş kıvılcımı, büyük bir odun parçasına girip, her tarafını ateş yaptığı gibi, cezbenin kıvılcımı da kalbe isabet eder. Zikir onu üfürür, râbıta alevlendirir, madde halinde bir enerjiye dönüşür ki tüm maddeler orada kemmiyetleşir. O enerji ile göz, maddenin ötesini görür, kulak da öteden sesler duyar. Sarayın içindeki hazineler de müşahede edilir.
CEZBE VE TEVECCÜH'ÜN TARİFİ
Teveccüh, bir şeye yönelmek ve onunla ciddi olarak ilgilenmek demektir.
Hazret (k.s) Cezbe ve Teveccüh konusunu şöyle açıkladı:
Bir gün Hazret’e (k.s) şöyle bir soru soruldu: Sohbetlerde bazı müritler şeyhinin adı geçince hopluyor, zıplıyor ve ses çıkarıyorlar. Ancak Allah’ın (c.c) ve Rasûlullah'ın (sav) adı geçince. Cezbe tutmuyor, bunun sebebi ve hikmeti nedir, Diye soruldu.
Hazret (k.s) bu soruya şöyle cevap verdi:
Şeyhinin adı geçtiğinde Cezbe gösteren kimse henüz Fenafi’ş-şeyh konumundadır. Bu ise işin başıdır, yani Tarikatın başlangıcıdır, başlangıç noktasıdır. Aslında gerçek cezbe Allah’u Teâlâ anıldığında cezbelenmektir.
Allah’u Teâlâ Kuran’ı Kerim’de bu konuyu şöyle buyuruyor: «Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.» (Enfal–2)
Ashabı kiram Allah ve Resulünün adı geçtiğinde heyecanlanır, kalbleri yerlerinden fırlayacakmış gibi atardı. Bu yüzden elleriyle Kalblerini bastırmak lüzumunu hissederlerdi. Bu gün bizim Rasûlullah’ın (sav) adı geçtiğinde adet olarak yaptığımız hareketi onlar zaruretten yaparlardı.
Not: Bu hareket peygamberimizin (sav) adı geçince salâvat getirirken. Sağ elimizi kalb üzerine koyma hareketidir.
Fenâ fiş-Şeyh:
Tasavvuf ilminde talebenin veli olan hocasının arzu ve isteklerine tâbi olması, irâdesini isteğini onun eline bırakması. Ölü yıkayıcısının. Elindeki meyyit (ölü). Gibi olması. Ona hiç bir işinde muhalefet etmemesi.
Fenâ Fillah:
Kalbin yalnız Allah’u Teâlâ’yı sevmesi, O'nun beğendiği şeylerde fâni olmak yani O'nun sevdiklerini sevmek O'nun sevdiklerini kendi için sevgili bilmek.
Fenâ-i Etemm:
Tam Fenâ. Evliyalık makamlarının sonu, velinin ben diyecek yer bulamamasıdır.
Fenâ-i İrâde:
İrâde ve isteklerin yok olması.
Fenâ-i Kalb:
Mahlûkların (yaratılmışların) varlığını, sevgisini kalbden çıkarmak. Kalbin Allah’u Teâlâ’dan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi, unutması.
Fenâ-i kalb hâsıl olunca, kalbde hatara (mahlûkların düşüncesi) kalmaz. Fakat dimağdan gitmezler.
Fenâ-i kalb sahibi, istese de, kendisini zorlasa da, Allah’u Teâlâ’dan başka hiçbir şeyi hatırına getiremez. Bu fenâ, kalb ile olan zikrin neticesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Fenâ-i Nefs:
İnsanın kendine ve başkalarına bağlılığının kalmaması. Benliği unutup. Bırakması. Yani Allah’u Teâlâ’dan başka hiç bir şeyi bilmemesi ve sevmemesi.
Fenâ-i nefs mertebesinde, mahlûkların düşüncesi de dimağdan gider, kaybolur.
Fenâ-i kalbden sonra fenâ-i nefs, sonra itmi'nân-ı nefs, sonra İslâm-ı hakiki hâsıl olur.
Fenâ fiş-şeyh, hakiki fenânın başlangıcıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Hazret (k.s) Dedesi Abdurrahman-i Tağî’nin (k.s) Cezbe hakkındaki Sohbetini Nakletti:
CEZBE: Allah’ın (c.c) kulunu kendine çekmesidir. KALB. İlahi aşkın hararetiyle, parlar, saflaşır ve muhabbet ateşi, dumansız barut gibi, alevlendikçe gönül sahibi olanlarda harikulade haller meydana gelir. İşte bunların, her biri cezbe’dir.
CEZBE; Muhabbeti İlahiye denizinden, damlalardır. Sayıyla sayılmaz, nihayeti bulunmaz. Fakat cezbe dalgalarının, kimisi büyük, kimisi küçük olur. Bazı kere hep birden, bazı kere de derece, derece kaynar ve fevaran gelir. Bunların hepsi hevaya tabidir. O heva ki (Aşk’tır). O Aşk ise muhabbetullah (Allah sevgisi.) muhabbeti Resulullah’tır.
Herkes muhabbet deryasında, kendi kendine yüzemez. Beşeri kuvvet ve marifetle bu umman geçilmez. Bu ummandan geçebilmek için illa bir MÜRŞİD’İ KÂMİL’İN eline yapışmak gerekir. Çünkü demişlerdir ki: Rüzgârın önüne düşmeyen yorulur.
Resulü Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur. «Rahmani olan cezbelerden bir cezbe, Sekaleyn’in ameline denktir eşittir.» HŞ.
Hadis’in daha açık şekli şöyledir: Yani, bir kişiye Rahmani Cezbelerden birisinin isabet etmesiyle o kişi, Sekaleyn’in amellerinin toplamı kadar amel, ibadet yapmış gibi kabul edilir ve o derece sevap alır, menfaatlanır.
Sekaleyn: İnsanlar ve cinlerin peygamberi demektir.
Gavs’ı Sekaleyn’in: Manası şöyledir: İnsanların ve Cinlerin Gavs’ı demektir.
Abdurrahman’ı Tağî (k.s) üstadı Gavs-ı Hizani (k.s) için şöyle dedi:
Cezbe sultanı idi. Cezbe vasıtasıyla yüksek makamları kazanmıştı. Bu sebeple de şöyle buyuruyorlardı:
«Cezbesi olan müride daha fazla muhabbetim geliyor. Cezbe ya mürşidin, ya, Rasulullah’ın (sav), ya da Allah’ın (c.c) muhabbetinden dolayı yahut onların korkusundan dolayı olur.»
Şöyle de anlatırdı:
«MECAZİ CEZBE, HAKİKİ CEZBE nin gölgesi, HAKİKİ CEZBE’de Allah’ın (c.c) arşının gölgesi altındadır. Eğer kendisine Cezbe verilen mürid, cezbesini muhafaza eder; Kendisinden fazlalık katmazsa, kısa zamanda bu mecazi (taklidi) cezbesi hakiki cezbeye döner. Bir bağırmayı iki etmeyin. Sadatlarımız bize ne verdiyse bizde size onu veriyoruz. Size ne vermişsek, onu ne eksik, ne de fazla edin.»
Abdurrahman-ı Tağî (k.s) bu konu üzerine şöyle buyurmuştur:
«Ben Cezbeyi sofilikle değil, kalbimle ölçerim. Bir kişinin cezbesiyle kalbim ferahlarsa; Bilirim ki onun cezbesi doğrudur. Yok, eğer, o kişi cezbesine ilave ediyorsa. Kalbimdeki muhabbet soğur. O zaman anlarım ki o cezbesine ilave ediyor.”Diye buyurmuştur.
Hazret (k.s) Şeyh Seyyid Sıbgatullah Arvasi (k.s) Hz. nin Vecd halinden bahsetti:
Vecd: Haktan gelen tecelliler sebebiyle kendinden geçme hali.
Şeyh Seyyid Sıbgatullah (k.s) yanında dört halifesi olduğu esnada Vecd konumuna geliyor ve o anda halifelerine isteyin ne isterseniz vereceğim diyor.
1- Aşk ve muhabbet isterim. Gavs (k.s) verdim diyor.
2- Cezbe isterim. Gavs (k.s) verdim diyor.
3- Şehâdet isterim. Gavs (k.s) verdim diyor. (Şehadet: Şehitlik, şahitlik.)
4- Abdurrahman-ı Tâgî (k.s) zürriyetime ilelebet şeriat'ın Mutâbaat’ını isterim diyor. Gavs (k.s) verdim diyor ve işte istendi mi böyle istenir demiş. (Mutâbaat: Tabi olma, uyma.)
Hem kendine hem de ümmeti Muhammede, Gavs’dan (k.s) aşk ve muhabbet isteyen Birinci. Halifesi Aşk ve muhabbet tesiriyle fazla dayanamıyor vefat ediyor.
İkinci. Cezbe isteyen halifesi sürekli cezbeli haliyle irşat yapamıyor. Hatta namazı bile olmuyor, oda cezbeli olarak vefat ediyor.
Üçüncüsü. Şehâdet isteyen halifesi Şehit oluyor.
Dördüncü Halifesi. Şeriatın Mutâbaat’ını hem kendi, hem de zürriyeti için isteyen Abdurrahman’i Tâğî (k.s) için hâlâ hatmelerde onun zürriyetine dua ediliyor. Hakiki manadaki Mürşid’i Kâmil’lerin halleri böyledir. Önemli olan evliyaullahın halleriyle Hâllenmektir. Cenabı Allah o mübareklerin halleriyle Hâllenmeyi bizlere nasip etsin Âmin İnşâallah.
Hazret (k.s) Cezbe Hakkında Bir Menkıbe Nakletti:
Sadatlarımız kalb zarrafı olduklarından, kişinin halinin hakiki yahut Riyakâr olduğunu anlarlar.
Hoca Husam Efendi (k.s) bir gün camide vaaz u nasihat ederken bir kişi sohbetin tesirinden “ALLAH” diye can’ı gönülden feryat edip, bağırınca, Hoca efendi:
AŞK OLSUN. Diyor.
Mübareğin böyle bir iltifatına da ben mashar olayım düşüncesiyle riyakârın biriside gafletle ve sadece diliyle “ALLAH” diye bağırıyor.
Hoca Hüsam Efendi (k.s) Hz. ona da: ÇÜŞŞŞ. Diyor.
Hazret (k.s) Cezbe konusunu Dedem Abdurrahman-i Tağî (k.s) şöyle açıklamış:
« CEZBE (sadece) Nakşibendî de vardır. Diğer tarikatlarda cezbe yoktur. Diğer tarikatlarda olan birisine cezbe gelirse o, Nakşibendî malıdır.»
Yani, Diğer tarikat mensuplarının feryadı, bağırması manada cezbe hali değildir. Hal itibariyle cezbeye benziyorsa da o cezbeden başka bir haldir. Başka tarikatların mensubu iken kendisine gerçekten cezbe isabet eden kişinin bu hali fazla sürmez, ilerleyemez. Çünkü cezbe ile yetiştirme sadece Nakşibendî yolunda olur. İllaki o kişi eninde sonunda yine bir Nakşî koluna intisap edecektir ki, cezbesinin devamını sağlayabilsin.
“ Hakiki manadaki Cezbe sadatların elindeki bir şeydir, dilediklerine verirler.” Vesselâm.
Hazret (k.s) Şahı Nakşibendî Hz.lerinin (k.s) Cezbe ile ilgili sohbetini bize nakletti:
Azizim, Vecd (insanın iradesi dışında oluşan, cezbe, sıçrama, bağırıp çağırma, sema,) Gibi hal ve hareketlerin makbul olmadığını, yine Nakşibendîlere ait bir söz ve yaşanmış bir olayla tekrar. Hatırlatmak istiyorum.
Mektubat sahibi İmam’ı Rabbani (k.s) anlatıyor.
Şeyhimizin, Muhammed Bakibillah’ın (k.s) şöyle dediğini işittim:
“Hâce Muhammed Bahâettin Nakşibent,(ks) Buhara ulemasını toplayıp, onları cehri (sesli) zikir yapmaktan men etmek için şeyhi Emir Kulâl in dergâhına götürdü.
Oraya gelen Ulema Emir Kulâl Hz. ne şöyle dediler:
Cehri zikir yapmayınız! Bu Bidattir!
Onlara cevap olarak Emir Kulâl Hz şöyle dedi:
O halde yapmayız.”
Bunu anlattıktan sonra İmam-ı Rabbani (k.s) şöyle der:
“ Bu tarikat’ı Âliyyenin büyüklerinden, Cehri zikir için böyle bir muballağalı durum zuhur ettikten sonra insanın iradesi dışında oluşan, cezbe, sıçrama, bağırıp çağırma, gibi haller ve vecdler için ne denir? Kaldı ki bunlar tarikat adabında olmayan, gayri meşru sebepler üzerine oluşmuştur. İmam-ı Rabbani’ye (k.s) göre bu haller istidraç kabilindendir. Zira haller, zevkler, istidraç ehline de zahir olur.
Hallerin doğru olmasının alâmeti: Haram ve şüpheli şeylerden kaçınmak suretiyle, Şeriata uygun yaşamaktır. Bu noktada yine İmam-ı Rabbani’ nin şu hükmünü de uygun buluyorum. Şöyle diyor: “Tarikat-ı Nakşibendî’ye ye suluktan maksat; Bilinmeyen şekilleri bilmek, mahiyeti belli olmayan nurları ve renkleri görmek değildir. Zira bu gibi şeyler, oyun ve oyalanmaya dâhildir, demiştir, Vesselâm.
Hazret (ks) Muhabbet ve Cezbe Hakkında, Abdurrahman-i Tâgî’nin (ks) bir sohbetini nakletti:
Kişi kendi nefsini çok hakir görür. Ayrıca kendisini Allah’ın (c.c) sıfat ve tecellilerinden yoksun görür. Allah’ın (c.c) tecelliyatını kâfir de görür, ancak anlamaz. İnsan böyle düşünürse varlık duygusundan sıyrılır. Böylece diğer insanlara karşı mütevazı ve alçak gönüllü olur.
Allah’a (c.c) varan yollar dörttür.
1- Muhabbet yolu.
2- Kendi varlığından sıyrılma yolu.
3- Bütün varlıklara karşı kendisini ihtiyaçsız hissedip onlara yüksekten bakma yolu.
4- Kendisini varlıklara karşı muhtaç hissetmek ve onlara karşı mütevazı olma yolu.
Muhabbet Kişinin varlıklar karşısında kendisini ihtiyaçsız sayması. Muhtaç hissetmemesi ise, varlık duygusundan sıyrılmayı gerektirir. Eğer mürid varlık duygusundan kurtulursa, kendisini Allah’ın (c.c) ve şeyhin sıfatlarından yoksun görür. Kendi dışında kalanları ise değişik görür. Neticede bu hallerinden dolayı kendisini herkesten aşağı görür. Böylece Allah’a (c.c) giden yollar dörtten ikiye iner.
Cezbenin İki Yolu Vardır:
a- Muhabbet yolu
b- Varlıktan sıyrılma yolu.
Yolların en sağlamı kişinin kendi varlığından sıyrılarak kattettiği yoldur.
Çünkü bu yol sofiyi bazı tehlikelerden korur.
Bu konuda Beyazıt-ı Bestami ile Ahmed i Cami Hz.nin arasında geçen olay bizlere ışık tutar.
Beyazıt, Ahmet-i Camiye der ki: “ İkimizde aynı anda cezbeye sahip olduk, ama ben uçuruma düştüm sen ise düşmedin bunun sebebi nedir?” Ahmet-i Cami der ki: Sen dedin ki, benim arş sancağı üzerinde çadırım var. Ben ise dedim ki, arş sancağı altında çadırım var. Beyazıt (k.s) bu yolda bir takım uçurumlara düşmüştü. Ahmet-i Cami (k.s) ise düşmemişti.
İbrahim Çokreşi (k.s) diyor ki: “ Ben Seyda’ya sordum. Bu sözler onların ihtiyarı dâhilinde midir?” Abdurrahman-i Tağî (k.s) cevaben buyurdu: “Hayır, kendi ihtiyarları dâhilinde değildir. Bu iki söz de varlıktan kurtulmayı sona erdirici mahiyettedir. Ahmed-i Cami (k.s) bu hâlden kurtulmuştur.” (İhtiyarı: İradesi)
Aklı başında olan bir mecnunun şöyle bir âdeti vardı:
Dünya ehli zengin bir kişi kendisini ziyarete gelirse onunla, çıplak bir şekilde ve elindeki tespihle zikir ederken konuşurdu. Yanına bir fakir gelirse gayet edepli konuşurdu. Bunun sebebi şudur: Ehl-i Dünya olan kişi, kendisini tecellilerden mahrum kılar. Ama fakirler ise böyle değildir. Buyurmuşlardır.
TEVECCÜH…
Hazret (ks.), Sadatlarımızın Teveccüh konusundaki görüşlerini nakletti:
Teveccüh, yöneliş demektir. Genelde Hakka yöneliş ve kalbi alaka için kullanılır. Müridin mürşidine bağlanıp yönelmesi anlamında kullanıldığı gibi, mürşidin, müridini karşısına alıp ona nazar etmesi anlamında da kullanılır. Bu manada ki Teveccüh için:
«Allah’u Teâlâ benim sadrımı ne ile doldurdu ise, ben onu aynıyla Ebu Bekir’in sadrına ilkâ (yerleştirdim) diye buyurmuştur.» hadisi delil sayılmıştır.
Mürşidin nazar ve nefesiyle müridini etkileyip onu bir bakıma ruhi yükselişe hazırlaması, güneşe tutulan büyüteçlerin yoğunlaştırdığı güneş ışınlarının temas ettiği maddeleri yakmasına benzer.
Teveccüh daha çok Nakşibendîlikte kullanılan bir kavramdır. Teveccühün müritten mürşide doğru olanı “rabıtayı muhabbet” denilen şekildir. Mürit mürşidinin ruhaniyetine muhabbet yoluyla teveccüh edince mürşidin ruhaniyeti onun kalbinde feyz tesiri gösterir. Bu feyz, beşeri zaaf ve sıfatları izale eder.
Mürit, zamanla şeyhinin boyasına boyanır. Bu sevgi sonucu meydana gelen kalbi beraberlik, aynileşmeyi doğurur. (Şeyhinde yok olma)
Hazret (ks) bu sohbetinde: Teveccüh hakkında Abdurrahman’ı Tağî (ks) sohbetini nakletti:
Teveccüh, bir şeye yönelmek ve onunla ciddi olarak ilgilenmek demektir. Burada anlatılan teveccüh, mürşidin müridin hasta kalbine yönelmesi onun tedavisi. İle ilgilenmesidir. Bu bir manevi ameliyattır.
İnsanın kalbi, yaratılışta temiz ve nurani olarak yaratılmıştır. Fakat kalp zamanla işlenen günah kirleriyle kararır, paslanır üzerini zulmet kaplar, kalb katılaşır. Nefis ve şeytandan gelen tahribatla kalb yaralanır. Teveccüh, nurani bir ameliyat olup bu işte ehil ve ehliyetli olan Mürşid-i Kâmil tarafından gerçekleştirilir.
Bu ameliyata hazırlanma safhası vardır. Teveccüh yapılacağı gün, sabahından itibaren yeme içme yapılmaz. Teveccüh’e abdestli girilir, adap üzere oturulur. Oturma şekli hatmeden faklıdır. Sıra halinde, sırtı sırta vererek oturulur. Her sıra arasında mürşidin geçebileceği kadar bir boşluk bırakılır. Gözler kapanır, 25 esteğfirullah çekilir ve manevi doktorun, Mürşid-i Kâmil’in içeri girişi beklenir. Teveccüh bitene kadar gözler açılmaz.
Bu halde bütün dikkat manen yaralı olan kalbe ve bu yarasını saracak tabibe. Yani Mürşidine çevrilir.
Mürid, Mürşidini Allah tarafından görevlendirilmiş ve manevi cihazlarla donatılmış bir doktor olarak görmelidir. O, Allah’u Teâlâ'nın izni ve desteği ile Hz. İsa (as) nefesiyle ölüleri dirilttiği gibi, manen ölmüş kalpleri ilahi nur ile tedavi eder. Mürşid-i Kâmil Resulullah Efendimizin (s.a.v) varisi olduğu için, onun nazarla kalpleri tedavi haline de varis olmuştur.
Mürid kalbinin doktoru olan mürşidini aşk ve hasretle bekler. Sesini duyunca sevinir, içi ferahlar, ondan büyük bir tat alır, gönlü hoş olur.
Mürid, Mürşid’i, Silsile-i Şerifi okurken üzerine Allah’u Teâlâ’nın nurları ve ilahi tecellileri indiğini düşünmelidir. Ayrıca Resulullah Efendimizin (s.a.v) ruhaniyetinin o meclise teşrif ettiğine, Sadat-ı Kiramın himmetlerinin yetiştiğine, hepsinin getirdiği manevi hediye ve ilaçların Mürşid’in eline teslim edildiğine itikat etmelidir.
Mürşid bu emanetleri kalbi ve gönlüyle hazır ve ehil olanlara verir. Onlara lâyık olmak için zahiren ve batınen edebe sarılıp Mürşide yönelmelidir. Boynunu büküp onlara çok muhtaç bulunduğunu fakat lâyık da olmadığını, kendisinden başka herkesin maksadına ulaştığını, kendisinin ise nefsinin elinde geri kaldığını, çok garip ve çok aciz olduğunu düşünmelidir.
Teveccühte herkes, ümitle korku arasında olmalıdır. Tek ümidi mürşididir, korkusu ise nefsidir. Mürid, Mürşidinin kendisine yönelmesi, hasta nefsiyle ilgilenmesi, ona bir ilaç vermesi için kalbiyle çok yalvarmalıdır. Sadat-ı Kiram'ın himmeti, müridin bu himmeti talep edişindeki teslimiyet, samimiyet ve edebine göre gelir.
Mürid, mürşidinin. Yanına yaklaştığını hissedince büyük bir ikram ve feyizle yüz yüze. Geldiğini düşünmeli, mürşidine olan muhabbet ve hürmeti artmalı bütün varlığı ve duyguları ile ona yönelmelidir.
Mürşid’i tam yanına gelip hizasına durunca mürid normal bir şekilde ağzını açmalı ve mürşidin nur ve feyiz yüklü nefeslerini içine üfürmesini beklemelidir. Kalbinin bütün yaraları için en güzel ilaç olan bu nur ve feyzi mürşidi ağzına üflediği zaman, nefesiyle içine çekmelidir. Mürşidi kaç defa nefes verirse, hep aynı niyet ve edeple verilen nefesi içine çekmelidir. Teveccüh bitimine kadar mürid huzur halini ve mürşidinden himmet talebini ( manen içinden ) devam ettirmelidir.
Teveccühün sonunda okunan bir sure veya ayet Teveccühün bittiğini gösterir. O zaman 25 defa esteğfirullah denir ve gözler açılır.
Not: Teveccühün ne zaman yapılacağını Mürşid belirler.
Hazret (ks) dedem Muhammed Diyâuddin (ks) Teveccühün tarifini şöyle bildirmiş:
Teveccühte halka halinde oturulur, halkaya sığmayanlar halkanın ortasında birbirlerine sırt vererek oturur. Hemen mürit günahlarını gözünün önüne getirerek, kalbinin, günahların tesiriyle parçalanmış. Siyahlaşmış ve hastalanmış olduğunu tasavvur eder.(düşünür) Kendi kalbinin şifası için oturduğuna inanır ve şöyle tasavvur eder. İsa (a.s) kör, topal, sağır ve çeşitli hastalara. Şifayı Allah’tan dileyip, kendiside vesile olduğu gibi, üstadında yanında çeşitli dermanlar vardır. Biraz sonra gelir, hastaları muayene eder ve en faydalı ilaçlarla onları tedavi eder. Kendisinin de hasta olduğunu düşünerek üstadına içinden yalvarır. Üstat içeri girerken muazzam bir sükût halinde kalbi üzerinde durur. Gözleri kapalı olduğu halde, hastalarının İsa (as) görüpte sevindikleri gibi sevinirler. Kalbini ve hastalığını üstada manen ve sessizce arz etmekle üstadını, karşısında veya başının üzerinde hayal eder. Kalp gözü ile de güneşten daha parlak meşalenin, sol memenin iki parmak aşağısındaki kalbine nüfuz ettiğini düşünür. Yani müridin sol memesinin iki parmak aşağısındaki kalbi hayvanisinden başka, bir de nurani ve bedeni kuşatmış, başı kalbin üzerinde olan kalbi insaniyyeyi tefekkür eder. Fakat kalbi insani çok aydın olduğundan dolayı, ancak sadatların himmetiyle ve üstadının vasıtasıyla görülebilir. Teveccühte otururken. Üstadının müşahedesini. Yani manevi gözle kendisine bakmasını. Ve kalbindeki hastalığını tedavi etmesini mürit talep eder. Şeyhinin huzurunda ve sohbetlerde bu rabıta son derece faydalıdır.
Hazret (ks.) Teveccüh’e hazırlanmayı şöyle tarif etti:
Mürit Teveccüh alacağı gece sekiz şartı öğrenir, istihare yapmak için yatar. Tarikat tazeleyenler teveccühe kadar konuşmaz. Teveccüh olacak günde, sabah namazından teveccühün sonuna kadar. Zorunlu hal olmadıkça yemekten sakınırlar. Teveccühten biraz evvel, istihare eden veya rüya gören, imkân bulursa hallerini üstada arz eder. Teveccüh adapları öğretilir, acemiler ayrı bir halkada oturur. Onlara şu talimat verilir: Sol memenin iki parmak altında, çam kozalığı şeklinde bir parça et var, her hayvanda olduğu gibi, insanda da vardır. Üst tarafı ulvi, alt tarafı süflidir. İçi boş hatlar halindedir, aslı maddedir. Âlemi emirden ona bağlı latif bir cevherde, kalbi insani vardır. Kalbi insaninin ilk makamı arştır. Allah’ın tecelli ve azametinin kapladığı yerdir. Kalbi hayvaninin içine konulmuştur. Kendisi çok büyük ve geniştir. Hatta arşı bile kuşatır. Bu kalp zor riyazetler, halis ve çok amellerle müşahede edilir. Mürit Teveccühte, bu kalbe mukabil olan, kalbi hayvaniye’ye basiretle yönelip bakar. Bu kalbin nurunun ancak günahlardan kararmış olduğuna, nefs ve şeytanın etkisinden yarıldığını tasavvur eder. Günah nispetinde bu kalp nura niyetten karanlığa girmiş ise de üstadın nefesi ile ve eliyle temizlenir, açılır diye inanır. Üstat Teveccühe girdiğinde, beraberinde lokman hekimin tıbbı, İsa (as.) mın duası vardır. Mürit manevi gözle üstada ve kalbinin yaralarına bakar. Kendisini muhasebe ederek, yine sessizce içinden üstada yalvarır. Teveccühe oturduğu andan itibaren teveccüh bitinceye kadar kesinlikle gözler kapanıp, açılmayacaktır. Bu durum teveccühün şartlarındandır ve çok önemlidir. Üstadın sesini duyduğu an ferahlayıp, lezzet duyar. Üstada karşı kendini korku ve ümit arasında bulundurur. Kendine teselli verir. Şimdiye kadar nefsimin emri altında ve isyanda olduğum için, ben nerede, Allah’ın affı nerede, fakat şimdilik nefsimin esaretinden kurtulup, Allah’ın dostlarından bir dostun tasarrufu altına girdim. Nefsimden şikayetçiyim, fakat evliyanın duası en büyük sığınaktır, himmetleri hazırdır, onların ruhları, enbiya, melekler ve ashabın ruhları ile birlikte hazırdırlar. Hazır oldukları içinde, Allah’ın tecelliyatı teveccüh mahalini kuşatmıştır. Mürit, kendi kalbi gafil olduğundan bu meclise layık olmadığını düşünür, kemali edeple sessizce inler, feryat eder, nefsini ezmeye çalışır. Var gücü ile üstadın sesini ve yanına gelişini bekler. Hiçbir an gaflete düşmez. Üstadı karşısına gelinceye kadar böylece devam eder. Üstat karşısına gelir, ellerini omuzlarına koyup yüzüne üfürür. Bundan sonra mürit ağlar, inler. Bu büyük nimetin ve bu büyük saadetin lezzetini talep eder, korku ve ümitle beraber sevinir. Üstadın üfürdüğü nefesini içine çeker, nefesinin, nur nispetinin kalbine girdiğini tasavvur eder. Üstadının nefesini aldığı zaman, üstadım kalbimin içindeki acıyı, gafleti, karanlığı nefesiyle çekti diye sevinir. Üstat gittiği zaman, himmetini diler. Ziyadesini talep eder kalbinin şifa bulduğuna inanır, teveccühten sonrada bu temizlik ve güzel hal üzerinde hayatını devam etmeye azim eder. Günahlardan uzak durmaya çalışarak ibadetlere ve üstadına daha sıkı yapışır. Diye buyurmuştur.
Riyazet: Nefsi kırma fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak. Bir hastalıktan. Dolayı veya. Nefsini Terbiye. Maksadıyla. Çok. Yemek. Ve içmeyi. Terk ederek. Faydalı. Fikirlerle. İbadet. Ve ilimle. Meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak.
Hazret (ks) bu sohbetinde kendisiyle ilgili bir kısa menkıbe anlattı:
Bir gün Hazret (ks) Teveccühe giderken Seydayı Taği Hz. nin yeğeni gelmiş. Beraberinde gelen kişi Hazret’e (ks) sormuş. Seydayı Taği nin yeğeni varken sen Teveccüh yapabilir misin?
Hazret’te emir geldi, herkes toplandı bu cemaate Muhammed Diyâuddin Hz. bile olsa yapacağım çünkü görev verildi diyor. Teveccühü yaptıktan sonra Seydayı Taği’nin yeğeni ağlıyor, çok muhabbet duyuyor, âşık oluyor. Beraberindekilere ben Muhammed Diyâuddin Hazretlerinin Teveccühüne girdim ama Şeyh Lütfi Hazretlerinin ki kadar lezzet alamadım diyor.
Hazret (ks) bu sohbetinde: Teveccüh de, Hakiki Cezbenin oluşuyla ilgili olarak, babasının Demirci köyünde ki bir hatırasını anlattı.
Babam Şeyh Nasır Hazretleri (ks) Teveccüh başladıktan sonra. Bir mürit ayağa kalktı ne duruyorsunuz kalksanıza, uyansanıza Rasulullah (sav) geldi. Sadatlar geldi diye bağırdı. Teveccüh bitti, sonra bir gün yine teveccüh yapılacaktı. O mürit girmek istedi, Babam izin vermedi, mürid de dışarısı karlı ve soğuk olduğu halde orada rabıta yaptı. Teveccüh bittikten sonra babam beni dışarı gönderdi. Mürid O karda terlemiş etrafındaki karlar erimişti. Rabıtadan kaldırmaya çalıştım, kalkmadı içeri girdim. Babam git teveccühe alındığını söyle rabıtadan kalksın dedi. Bende gittim teveccühe alındığını söyledim, çorba içeceğiz dedim. Mürit hayır dedi ve gelmedi. Sonra bir gün yine teveccüh vardı, babam o müride girme diye ısrar ettiyse de o mürit senin bana sözün var gireceğim dedi ve girdi. Teveccühteyken O mürid ayağa kalktı ne duruyorsunuz. Uyansanıza, ayağa kalkın Rasulullah (sav) geldi, Sadatlar geldi dedi ve yere düşüp bayıldı.
Teveccüh bitti o mürit teveccühten bir kaç gün sonra vefat etti .
İşte esas cezbe budur ses çıkarmak ortalığı velveleye vermek cezbe değildir. Hazret (ks) tarikatta rabıta çok önemlidir, Rabıtaya önem veriniz diye tavsiyede bulundu.
Hazret (ks) bu sohbetinde babasının teveccühünden bahsetti:
Babam, Norşin’de divanda teveccüh yapıyordu. Bu teveccüh ortamını hazırlamak için bende müritleri topluyordum. Hava çok soğuk ve karlıydı. Bu soğuk havada başka bir beldeden iki kişi teveccühe girmek için gelirken, Norşin'deki dere kenarında başka bir müridi rabıta ederken görüyorlar. O müride gidelim diye sesleniyorlar, hadi teveccüh başlıyor diyorlar, o adamdan hiç bir ses çıkmıyor. Durumu bana bildirdiler. Hemen acele oraya gittim, dışarıda öyle bir hava var ki her taraf kar, soğuktan insanın sakalı donuyordu. Adamın yanına vardım, teveccüh bitiyor, haydi gidelim bu soğukta donacaksın öleceksin dedim. Haydi, gidelim diyorum ama adam rabıtayı bozmuyor. Rabıtaya devam ediyordu. Ben oradan derhal ayrılıp babamın yanına gittim durumu babama anlatım. Dere kenarında biri var rabıta yapıyor, rabıtayı bırakmıyor. Teveccühe getiremedim dedim.
Babam Şeyh Nasır (ks) Hazretleri bana sen karışma işine bak diye cevap verince, bende sustum. Ve teveccüh yapıldı bitti. Teveccühten sonra babam terlemişti ve üstünü değiştirmek için evine gitti. Üstünü değiştirdi sonra dere kenarına gidip o adama baktı ki, o kışın soğuğunda o dere kenarındaki adam hâlâ rabıtadan kalkmamış. O rabıtada ki adam bu soğuk havada buram, buram terlemiş, soğuktan hiç etkilenmemişti.
Babam divana geldi ve şöyle söyledi:
Bu tarikatta rabıta çok önemlidir, rabıtaya devam etmek lâzımdır. Rabıta terk edilirse tarikattan fayda görülmez dedi.
Ayrıca bu konuda İmam Rabbani Hazretlerinin (ks) şu tavsiyesini nakletti: Bu tarikat Rasulullah’ın (sav) sünnetine tam mutabaat eden bir mürşide rabıta etmek. Esasına bağlıdır. Bu uzun yol, ona rabıta etmekle kısalır.
FENÂ: Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allah’u Teâlâ’dan başka her şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allah’u Teâlâ’yı çok zikir (anma) neticesinde meydana gelen kendini unutma hâli.
Fenâya kavuşmak için lâzım olan on şey; 1-Tövbe, 2-Zühd (dünyaya düşkün olmamak),3-Tevekkül (Allah’u Teâlâ’ya güvenmek), 4- Kanaat, 5-Uzlet. Yani dini, ahlâkı bozan kimselerden, kitaplardan sakınmak, 6-Zikir (her işte Allah’u Teâlâ’yı hatırlamak), 7-Teveccüh (bütün arzu ve isteklerden sıyrılarak Allah’u Teâlâ’ya yönelmek, 8-Sabır, 9-Murakabe (kendini hesaba çekme) ve 10-Rıza (Allah’u Teâlâ’dan gelen her şeye boyun eğmektir.) (Ahmed Fârûkî (ks)
Mârifet (Allah’u Teâlâ’yı tanımak) ve Hakiki iman.
Fenâ hâli meydana gelmesine ve ölmeden önce olan ölmeye (gafletten uzak olup, her an Allah’u Teâlâ’yı hatırlamaya) bağlı olduğu için, Fenâ hâli çok olanın imanı daima kâmil (olgun) olur. Peygamber Efendimiz (sav) buyurdular ki: "Ebu Bekrin imanı bütün ümmetimin imanı ile tartılsa, Ebu Bekr’inki daha üstün olur." Çünkü o, Fenâda bütün ümmetten (her müslümandan) daha ileride idi. Eshâb-ı kiramın hepsi fenâ makamına kavuşmuştu. (Muhammed Ma'sûm (ks)
Fenâ ve beka, sahibinin vicdanı ile ilgilidir, dil ile söz ile anlatılamaz. Tatmakla anlaşılır. (Abdülhakîm-i Arvâsî (ks) Bir kimsede hâsıl olmazsa Fenâ, Hak Teâlâ’ya yol bulamaz asla. (İmâm-ı Rabbânî (ks)