olumecel
Forum
İslami Konu Ve Şiir Paylaşım Yapabilirsiniz..OlumEcel Ailesi
Forum - NEFİS TERBİYESİ ve MUHÂSEBESİ
Burdasın: Forum => İslami Konu Ve Şiirler => NEFİS TERBİYESİ ve MUHÂSEBESİ |
|
EdeB (Ziyaretçi) |
Hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama diyebileceğimiz muhâsebe; müminin, hergün, her saat, iyi-kötü, yanlış-doğru, günah-sevab yaptığı şeyleri gözden geçirip hayırları, güzellikleri şükürle karşılaması; inhirafları, günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlıkları, kötülükleri de tevbe ve nedâmetle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın kendini isbat etmesi mevzûunda da ciddî bir teşebbüs sayılır. İnsanın, kendi kendini ledünnî yanlarıyla, iç derinlikleriyle, manâ ve rûh enginlikleriyle keşfedip tanıması, tanıyıp yorumlaması diye de ifade edebileceğimiz muhâsebe, gerçek insânî değerlerin ortaya çıkarılması, bu değerlere esas teşkil eden duyguların geliştirilmesi ve korunması yolunda bir ruh cehdi ve düşünce sancısıdır. Ancak böyle bir cehd ve düşünce sayesindedir ki insan, dünü, bugünü ve yarınıyla alâkalı hayrı-şerri, güzeli-çirkini, yararlıyı-zararlıyı birbirinden tefrik edip gönül istikametini koruyabilir. Evet, onun, hâli değerlendirip geleceğe hazırlanabilmesi; geçmişte işlediği yanlışları telâfî edip Allah nezdinde aklanabilmesi; dünü, bugünü ve yarını itibariyle kendi kendini sorgulayıp gerçek değerini bulabilmesi; daha önemlisi de Allahla münâsebetleri açısından iç dünyasında sürekli yenilenebilmesi ancak ve ancak sıkı bir nefis muhâsebesiyle mümkün görülmektedir. Zîrâ insanın hem zaman üstü muhtevâsı, hem de zamanla mukayyed duyguları, onun kalbî ve rûhî hayatıyla ve ledünniyâtının şuûrunda bulunmasıyla çok irtibatlıdır. فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ Nefislerinizi temize çıkarmayınız[1]. يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَااهْتَدَيْتُمْ اِلَى اللّهِ مَرْجِعُكُمْ جَميعًا فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allahadır. O zaman Allah size yaptıklarınızı haber verecektir[2]. Müslüman ne kalbî ve rûhî hayatı, ne de umumî davranışları itibariyle katiyen muhâsebeden müstağni kalamaz. O, bir yandan dün ihmal ettiği, hattâ yıkılmasına göz yumduğu geçmişini, ötelerden gelip vicdanının derinliklerinde yankılanan: -Tevbe edip Allaha dönün!.. (Nûr, 24/31) ve -Rabbinize inâbede bulunun!.. (Zümer, 39/54) ümit edalı, rahmet şîveli ilâhî nefahâtla onarıp ihyâ etmeye çalışırken; diğer yandan da يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اتَّقُوا اللّهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَاقَدَّمَتْ لِغَدٍ وَاتَّقُوا اللّهَ اِنَّ اللّهَ خَبيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ وَلَا تَكُونُوا كَالَّذينَ نَسُوا اللّهَ فَاَنْسيهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُولئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ Ey iman edenler, Allahtan korkun, Ona karşı saygılı olun! Ve herkes yarın için ne hazırlamış ona bir baksın! Ve o kimseler gibi olmayınız ki, Allahı unuttular da artık (Allah) Onlara kendi nefislerini (ıslah etmeyi) unutturdu, işte fâsık olanlar onlardır (Haşr, 59/18-19) Yıldırımlar gibi ürpertici, rahmet gibi inşirah verici uyarılarla teyakkuza geçer; kendine çekidüzen verir, elinden geldiğince bütün fenalıklara karşı kapanır. İçinde bulunduğu ânı tıpkı bir döllenme mevsimi, bir bahar mevsimi gibi değerlendirir ve imanın verdiği şuurla, basîretle o ânın her lâhzasına ayrı bir derinlik kazandırır.. zaman zaman cismâniyete toslayıp sarsılsa da: -Sineleri her zaman Allaha karşı saygıyla çarpan müttakiler, şeytandan bir tayf, bir vesvese dokunduğu zaman hemen Allahı anarlar ve derken gözleri açılıverir (Arâf, 7/201) ilâhî beyânına göre her zaman tetiktedir. Muhâsebe, müminin iç dünyasında bir kandil, vicdanında da bir hayırhah ve nasîhatçı gibidir. Her ferd onunla hayrı-şerri, güzeli-çirkini, Allahın sevdiğini-sevmediğini birbirinden tefrik eder ve hayır soluklu o nasihatçının rehberliğinde en aşılmaz gibi görünen engelleri aşar ve hiçbir şeye takılmadan gidip hedefine ulaşır. Muhâsebe; iman, kulluk, tevfik, kurbiyet ve ebedî saadete mazhariyet gibi mevzûlarda, tamamen, İlâhî inayet, İlâhî rahmet yörüngelidir.. ve yes gibi mutlak emniyetin de en amansız hasmıdır. Evet o, her zaman huzûr ve itminana açık olmasının yanında, korku, endişe ve ürperti eksenlidir. Nefis Muhasebesi Nasıl Olmalı: İHSAN ŞUURU وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür. (Hadid, 57/4) إِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِ Şüphesiz Rabbin gözetlemededir. (Fecr, 89/14) إِنَّ اللّهَ لاَ يَخْفَىَ عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الأَرْضِ وَلا فِي السَّمَاء Şüphesiz yerde ve gökte Allaha hiçbir şey gizli kalmaz. (Al-i İmran, 3/5) Hz Ömer şehri teftiş ederken bir konuşmaya şahit olur. - Kızım! Süte biraz su kat. - Anne, halifenin emrini duymadın mı? Su katmak yasak! - Halife bu saatte nerden duyacak, bilecek? Sen kat! - Anne, halife duymuyor, görmüyorsa Allah`ta mı görmüyor? Ömer bu kızı oğluna alır, evlendirir. Onların beyinlerinin her guddesinde: -Siz içinizi dökseniz de gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çekecektir (Bakara, 2/284) tınlamakta.. ve dillerinde: -Âh keşke, anam beni doğurmasaydı çığlıkları nümâyândır. Bu ölçüde kendi kendini sorgulamanın zor olduğu söylenebilir; ama bu seviyede nefsini muhâsebeye tâbi tutmayanın da zamanı değerlendirmesi; bugünü dünden, yarını da bugünden farklı yaşaması mümkün değildir. Böylesi zamanzedelerin uhrevîlik performansı göstermeleri ise bütün bütün imkân hâricidir. وعن شَدّادِ بن أوْسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: قَالَ رَسُولُ اللّهِ: اَلْكَيِّسُ مَنْ دَانَ نَفْسَهُ وَعَمِلَ لِمَا بَعْدَ الْمَوْتِ، وَالْعَاجِزُ مَنْ أتْبَعَ نَفْسَهُ هَوَاهَا وَتَمنَّى عَلى اللّهِ. أخرجه الترمذي.»دَانَ نَفْسَهُ« أى حَاسبَها . Şeddad İbnu Evs (r.a) anlatıyor: Rasulullah (a.s) buyurdular ki: Akıllı kimse, nefsini muhasebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz de, nefsini hevasının peşine takan ve Allahtan boş temennide bulunan kimsedir. [Tirmizî, Kıyamet 26, (2461).] Sürekli nefsin sorgulanması ve ona itab imanın kemâlindendir. Hayatını insan-ı kâmil ufkuna göre plânlamış her rûh yaşadığı hayatın şuûrundadır ve ömrünün her dakikasını nefsiyle mücâdelede geçirir. Kalbine uğrayan her hâtıraya, kafasından geçen her düşünceye parola sorar ve vize tatbik eder. Şeytana, âsâba, hassâsiyete açık her işinde nefsânîliğini yakın takibe alır; çok defa onun en güzel, en mâkul davranışlarından dolayı bile kendi kendini sorgular.. akşam-sabah elindeki tığını, nefsini levm etme atkıları arasında dolaştırır ve bu rûh hâleti içinde hayat dantelâsını örmeye çalışır.. her akşam eksik ve yanlışlarını bir kere daha kontrol eder, her sabah bütün günahlara kapalı ve yepyeni bir azimle hayata açılır. وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدوةِ وَالْعَشِىِّ يُريدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُريدُ زينَةَ الْحَيوةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَويهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا Nefsini, sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte tut. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme[3]. O, böyle bir sadâkat ve vefâ, böyle bir tevâzû ve mahviyetle iki büklüm olup başıyla ayaklarını aynı noktada birleştirdiği sürece, gök kapıları ardına kadar açılır ve kendisine: Gel ey sâdık ki, mahremsin, bura mahrem makamıdır; seni ehl-i vefâ gördük denir ve her gün ayrı bir semâvî seyâhatle şereflendirilir. وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele ( 2 / 155) وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ Sizi mutlaka imtihan edeceğiz, ta ki içinizden mücahede edenleri, sabır ve sebat gösterenleri tanıyacak ve gösterdiğiniz yararlılıkları imtihan meydanlarında örnek göstereceğiz.( 47 / 31) NEFS TERBİYESİ وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسى اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلَّا مَارَحِمَ رَبّى اِنَّ رَبّى غَفُورٌ رَحيمٌ Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir dedi[4]. [1] Yusuf, 53. Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hâne dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, ta zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dairede her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve dâimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir.Bu kıyas ile küçüklük ve büyüklük mâkûsen mütenasip (ters orantılıdır) vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Asay-ı Musa 4. Mesele وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ أُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ Siz nefsini unutan Allahın da kendilerine nefislerini arındırmayı unutturduğu kimseler gibi olmayın onlar fasıkların ta kendileridir. Haşir 18 BİRİNCİ HATVEDE فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُم Nefislerinizi temize çıkarmayınız. Necm, 32 âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefis etmemek (nefsin eksikliğini ve kusurunu kabul etmek.) Zira, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine (taparcasına) perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. Hattâ, fıtratında tevdi edilen ve Mâbud-u Hakikînin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı kendi nefsine sarf ederek, مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, terbiyesi, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir. Eksik ve kusurunu görüp ıslahına çalışmaktır. İKİNCİ HATVEDE: وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ dersini verdiği gibi, kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse,(kendi tefekkür etmez) başkasına verir. Fenâ ve zevâli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutur, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezasıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi, şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefis içinde nisyan etmemek. Yani, huzuzat ve ihtirasatta unutmak; ve mevtte ve hizmette düşünmek ÜÇÜNCÜ HATVEDE: مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdiği gibi, nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu Hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi, قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir. DÖRDÜNCÜ HATVEDE: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلاّ وَجْهَهُ َ dersini verdiği gibi, nefis kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir. Ondan, bir nevi rububiyet dâvâ eder; mâbuduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır. İşte, gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki: Herşey, nefsinde mânâ-yı ismiyle fânidir, mefkuttur, hâdistir, mâdumdur. Fakat mânâ-yı harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin esmâsına aynadarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibarıyla şahittir, meşhuddur, vâciddir, mevcuttur. Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibül-Vücudu bulan, herşeyi bulur. Dua nefis terbiyesinin önemli bir tarafıdır وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدوةِ وَالْعَشِىِّ يُريدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُريدُ زينَةَ الْحَيوةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَويهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا Nefsini, sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte tut (sabah akşam duaları. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme. Kehf, 28 Dua; kulun Allaha yakarışı ve sığınması, Allahın da kulunu Rahmeti ve bağışıyla korumasıdır. Aynı zamanda dua nefis terbiyesinin önemli bir tarafıdır. Dua; kulun kendine düşeni yaptıktan sonra kendi kendine yetmeyeceği bilinci ile acziyetini yüce yaratana arz edip onun yardımını dilemesi, sonucun hayırla ve zaferle bitmesi için Allaha dayanmasıdır. Dua ibadetin özüdür.(1) Dua; müminin silahı, dinin direği, göklerin ve yerin nurudur. Yaşamın özü, ibadetin iliği, yaradan ile yaratılan arası bir ilişkidir. Dua; insandan Allaha, Allahtan da insana bir yöneliştir. Bunun için yüce Allah فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ Beni anınki bende sizi anayımbana şükredin sakın nankörlük etmeyin[5] ayeti ile kul Allah birlikteliğine çağırır. Sevgili peygamberimiz de Allah katında duadan daha hayırlı bir şey yoktur(3) buyurmuşlardır. ÖLÜMÜ DÜŞÜNMEKLE NEFS KÖTÜ ARZULARINDAN VAZ GEÇER: Nefs her türlü kötülüğü sever ve onları yapmak ister. Her arzusunu yerine getirmek ister. Onun bu arzu ve istekleri bitmez. Bitmek tükenmek bilmeyen bu arzu ve istekler tuli emeldir. Bu arzuları kıracak şey ölümü düşünmektir. Ölümü, kabri, ahiret hayatını düşünerek nefs kötü arzularından vazgeçer. Yüzünü ahirete ve hayrata döndürmeğe başlar. Dünya sevgisi hataların başıdır. Çıkan kavgalar ve kargaşalar dünya nimetleri için oluyor. Küçük şeylerden çıkan nizalar insanların arasının bozulmasına uhuvvetin kalkmasına, düşmanlığın yayılmasına sebep oluyor. Ölümü düşünen dünya sevgisinden kurtulur, ahiretine çalışmaya başlar. Hususiyle gençlerde akıldan ziyade hissiyat hâkim olduğundan çok meselelerde akli ve mantiki olamazlar, işin sonunu muhakeme edemezler. İşledikleri hataları ve günahları hissiyatlarına kapılarak işlerler. Gençleri terbiye etme ve nefislerini ıslah etme de en tesirli yol onlara ölümü düşündürmek, kabri hatırlatarak, cehennemi gözlerinin önüne getirmektir. Nasıl geçici kanun korkusundan insanlar bazı şeyleri terk edebiliyorlarsa ebedi bir azap da onların ruhları üzerinde tesir oluşturarak kötülüklerine mani olur. Bu bakımdan ehli tasavvuf ölümü düşünmeyi seyrü sülüklerde bir esas olarak kabul eder ve böyle bir tefekkürle tuli emellerinden nefsi vazgeçirirler. Evet, ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kurân-ı Hakîmin Her nefis ölümü tadacaktır. gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta- i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne, nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup, uzun emellerinden bir derece vazgeçer.[6] Tasavvuf ehlinin bu yolunu Bediüzzaman da benimsiyor. Ancak onların yaptığı gibi hayali ve farazi bir surette değil. Hakikat mesleğine uygun gelen zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek şekliyle ölümü düşünmenin daha uygun olacağını ifade ediyor. Bu yolla ölümü düşünen nefis terbiye olabilir. Yani ölümü düşünerek nefsine pay çıkarmak onun gayri meşru isteklerine mani olunabilir. Allah Rasûlünün, İbn Ömerin iki omuzunu tutarak söyledikleri şu mübarek söz, hatırımızdan çıkarmamamız gereken hadislerdendir. Dünyada bir yabancı yahut bir yolcu gibi ol.[7] Gurbette yaşayan bir yabancı, orada kalıcı olmadığının farkındadır. Bu sebeple oranın dâimi sakinleri gibi hareket etmez. Geçici olarak bulunduğu o yerin ne makam ve mevkii, ne de mal ve mülkü kendisini o derece ilgilendirir. Onun düşüncesinde, daha ziyade dönüp varacağı asli vatanı vardır. Tedariki, birikimleri, gayretleri ve hareketleri ona göredir. Yolcu da uğrayıp geçtiği yerlere takılıp kalmaz. Yolculuğu esnasında hep gideceği yeri göz önünde bulundurarak hareket eder. Oralara takılıp kaldığı takdirde, devam eden yolculuğu esnasında çok sıkıntı çekeceğinin bilincindedir. Bu yüzden tedarikini ona göre yapar. Allahın elçisinden (s) yukarıda zikredilen nasihati alan İbn-i Ömer, bu hadisi kendisinden aktaran raviye şu nasihatte bulunur: Akşama erişince sabahı gözleme, sabaha erişince de akşamı bekleme. Sağlıklı zamanından bir kısmını hastalık zamanın için ayır, hayatından bir kısmını da ölümün için ayır.([8]) Böylesi bir şuurla hareket edebilen bir Müslümanın, Ahiret yurdunu unutması düşünülemez. İslâmı iyi özümsemiş bazı tasavvuf büyüklerinin, müminlere, kıldıkları namazları son namazlarıymış gibi eda etmeleri tavsiyesinde bulunmaları, ölüme ne derece hazırlıklı olunması gerektiği hususunda güzel bir fikir vermektedir. Bu bilinçle namaz kılan bir Müslümanın namazı, gerçekten huşû içinde kılınan bir namaz olur. Çünkü bu Müslüman, namazını bir daha Hakkın divanına durabilme fırsatının olmayabileceği şuuruyla eda etmektedir. Kuran-ı Kerimde insanın ölümle burun buruna gelince nasıl içtenlikle yaratıcısına yakardığına dikkat çekilir وَإِذَا غَشِيَهُمْ مَوْجٌ كَالظُّلَلِ دَعَوُا اللهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ Deniz dalgası onları kara bulutlar gibi kuşattığında (o anda) bütün içtenlikleriyle yalnızca kendisine bağlanarak Allaha yakarırlar [9] Bu konumdaki yakarışlarda riyadan eser yoktur. ZİKR-İ İLAHİ SAYESİNDE ENE MAHVOLUR. Bediüzzaman nefis terbiyesi adına gösterdiği esaslardan biri de zikirdir. O nefs terbiyesinin esasını acz, fakr, şefkat, tefekkür, olarak zikrettikten sonra bu yolun evradının dört esas olduğunu ifade ediyor. 1- Sünneti seniyyeye ittiba etmek, 2- Farzları yerine getirip büyük günahları terk etmek, 3- Namazı tadili erkân ile kılmak 4- Tesbihatı yapmaktır. İşte bu tesbihat aynı zamanda birçok zikri içine alıyor. Kelime-i tevhit salâvatlarla beraber ciddi bir yekûn tutuyor. Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, Marifetullah ve Vahdaniyet sırlarını ifade eden Lâ İlâhe İllâllah kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.[10] İnsanın kemalata ulaşması, yani iyi bir insan olarak ahlaki meziyetler kazanması insandaki istidat ve kabiliyetlerin, akıl, kalp ruh, gibi latifelerin her birinin kendine ait bir vazifeyle işletilmesiyle olur. Bediüzzaman akıl kalp bütünlüğü içerisininde bir yol takip ederek insanın kemalata ulaşacağını söyler. Sadece akıl ayağı veya sadece kalp ayağı ile kemalata gitmenin eksik olacağını, kâmil manada bir terâkkinin akıl kalp ittifakıyla, sahabelerin yaptıları gibi olacağını ifade eder. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette hakikat cânibine sevk etmekle, Sahâbe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.[11] Letaifin kendine ait vazifelerle maksada yürümesi, ne demek? Meselâ: Dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisanı, tilavet-i Kuran ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek Meselâ: Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten menedip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kuran dinlemeğe sarfetmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır.[12] | |||
Kacak (Ziyaretçi) |
|
Cevapla:
Bütün konular: 5
Bütün postalar: 7
Bütün kullanıcılar: 1
Bugün 104052 ziyaretçi (364453 klik) kişi burdaydı!